17 Kasım 2018 Cumartesi

Eskiçağ Uygarlıkları


Anadolu ve Türk tarihini kavramak için burayı etkileyen eskiçağ medeniyetlerini bilmek lazım olur.
Anadoluda ve etrafında çoğu eskiçağ medeniyeti heyetmiştir.
Bu medeniyetleri özetleyecek şeklinde kısaca inceleyelim.

Asya'da Kurulan İlk Medeniyetler

Anadolu Medeniyetleri

Tarih süresince birden fazla toplumun ilgisini çeken ve bir o kadar da uygarlığa sahne olan Anadolu'da uygarlık Yontma Taş Devri'nde başlar.
Birçok uygarlığa beşiklik etmesinin yanında doğudaki ilerlemelerin batıya aktarılmasında da ehemmiyetli bir köprü meydana gelmiştir.

Anadolu'da en geçmişteki muasırlık merkezleri Karain, Hacılar, Çatalhöyük, Truva, Alişar ve Alacahöyük'tür.
Anadolu tarihini aydınlata ilk yazılı belgelerse Asurlu tüccarlardan kalan Kültepe paketidir.
Anadolu'da ilk çevresel idareler Proto - Hititler doğrulusunda heyetti.
İlk merkezi idare ise Hititler doğrulusunda heyetti.
Hitiler: Kent devletlerini birleştirerek alanda ilk politik birliği sağladılar.
Hazırlayıp tanrılara sundukları anal adı verilen beynelmilel diplomasinin ilk yazılı dokümanı olan Kadeş Antlaşması'nı imzaladılar.
Pankuş olarak bilinen danışma meclisini kurarak çağdaşlarından henüz yumuşak bir mutlakıyet uyguladılar.
Ceza ve aile hukuku alanlarında insani yasalar çıkardılar.
Kölelere mülkiyet hakkı tanıdılar.
Kale yapımına, demirden silah imalatına ehemmiyet verdiler.

Frigler: Kızılırmak ve Sakarya etrafındaki topraklarda tesirli oldular.
Tarım kültürüne dayanan bir muasırlık kurdular.
Tarıma zarar verenlere en ağır cezaları uyguladılar.
Tabiat tanrılarına inandılar.
Kaya mimarisine ehemmiyet verdiler.

Lidyalılar: Doğu - batı ticareti vasıtası ile zenginleştiler.
Ticaret yaşamına parayı kazandırdılar.
Buna bağlı olarak ekonomik sistemlerin, bankacılığın ve faiz uygulamalarının esasını attılar.
Kral Yolu'nu açtılar.

İyonlar: Batı Anadolu'da kurdukları kent devletlerinde hür kanaat ve müsbet ilimin esasını attılar.
Anadolu sahillerinde vatan emelli ilk kolonileri kurdular.
Yunan kültürünün temellerini atan düşünürleri yetiştirdiler.

Urartular: Van merkez olmak suretiyle Doğu Anadolu'da ilk planlı uygarlığı kurdular.
İmar ve bayındırlığa ehemmiyet verdiler.
Şehir surlarına ve kale yapımına ehemmiyet verdiler.
Maden işletmeciliğinde ileri gittiler.

Mezopotamya Medeniyeti

Mezopotamya, dar manasıyla Fırat ve Dicle nehirleri arasıdır.
Geniş manada Anadolu'nun güneyinden ve Güneydoğu Toroslardan başlar, Basra Körfezi'ne kadar uzanır.
Verimli toprakları, makul abuhavası, hücüma açık konumu ve ulaşım basitliği gibi nedenlerden kaynaklı sıklıkla istilalara uğramıştır.
Ancak bu istilalar, başta Sümerler olmak suretiyle Mezopotamya toplumlarının üstün bir muasırlık ortaya getirmelerini engelleyememiştir.

Mezopotamya Uygarlığı'nda adı geride bıraktığımız esas toplumlar; Sümerler, Akadlar, Babiller ve Asurlulardır.

Sümerler; alanda M.Ö.
IV.
bin - II.
bin seneleri arasında tesirli oldular.
Mezarlarında uygulanan kazılar neticeninde kazanın yerli halkı olmadıkları, dillerinin özelliklerine bakılarak da devasa bir ihtimalle Hazar Denizi'nin doğusundan geldikleri anlaşıldı.

Yönetim: Dünya Tarihi'nin ilk idare örgütleri olan site adı verilen kent devletlerinin kurucaları Sümerlerdir.
Siteleri yöneten prensler, başrahipliği de üstlenmişlerdi.
Yönetimde din adamlarının gittikçe çoğalan etkinliğine karşı ilk reaksiyon Lagaş sitesinde meydana çıktı.
Urgakina, rahip egemenliğine nihai sunarak koyduğu yasalarla idaresi henüz demokratik duruma getirdi.
Akadlar, kent devletlerini birleştirerek imparatorluk tipinde ilk merkezi krallığı kurdular.
Ülkeyi belli bir bölgeyle hudutlu olmaktan çıkarıp toroslara kadar genişlettiler.
Babiller ve Asurlular doğrulusunda mutlakiyet henüz da güçlendirildi.
Ordu: Saldırılara açık bir konumda olan ve savunulması epey efor olan Mezopotamya'da ülke savunmasına Sümerlerden ardından kalifiye bir ehemmiyet verildi.
Düzenli ve daimi bir silahlı güçleri olmayan Sümerlerde eli silah tutan herkes askerdi.
Akadlar ilk derli toplu silahlı güçleri kurdular.
Asurlular atlı birlikleri oluşturdular.
Görüldüğü gibi Sümerlerde askeri hedefler ülkenin savunulmasına yönelik iken, başka Mezopotamya toplumlarında savunmanın yanında hücum ve genişleme kanaatleri de askeri hedefler arasına girdi.

Hukuk: Kısasa kısas uygulamasının gördüğünüz Mezopotamya hukukuna ilk yazılı yasalar Sümer Krallarından Urgakina doğrulusunda hazırlandı.
Aynı vakitte dünya hukukun da esasını atan bu yasalar, sonraki Mezopotamya yasalarına göre henüz yumuşaktı ve değer usulüne dayanıyordu.
Urgakina kanunları mabet ekonomisine ve rahip egemenliğine dayalı teokratik yönetimlere karşı dünyada görülen ilk ihtilal neticesi yayınlanmıştır.
Bu yasalar, dünyada toplumsal ve ekonomik yaşam tertip edici ilk yazılı hukuk kurallarıdır.

Mezopotamya devletlerinden Babil Krallığı'nın meşhur hükümdarı Hammurabi'nin koyduğu yasalar, Mezopotamya hukukunun en kapsamı geniş yasalarıdır.
Aynı vakitte ilk sert kanunlardır.
Mezopotamya'nın en sert kanunlarını ise Asurlular çıkarmıştır.

Yazı: Mezopotamya Uygarlığı ve Sümerler dendiğinde akla ilk gelen aktivite hiç şüphesiz metnin bulunmasıdır.
Çünkü yazı medeniyetin esası, realite manada tarihin başlangıcıdır.
Türkçe gibi nihai ek alan Sümerce dünyada yazıya geçirilen ilk dildir.
M.Ö.
IV.
binden ardından çalışmalar çivi yazısı ile Sümer tabletlerine geçirilmiştir.
Buna bağlı olarak başta Sümerlerde, sonrasında başka Önasya toplumlarında Cevher devrinden tarih çağlarına geçi başlamıştır.
Sümerlerin çivi yazısını bulmalarını hızlandıran faktör ticari faaliyetler sırasında kimi rumuz ve işaretleri kullanma mecburiyeti meydana gelmiştir.

Dünya tarihinin ilk ehemmiyetli destanı Gılgamış destanıdır.
Sümer krallarından Gılgamış'ın ölümsüzlüğünü arayışını mevzu edinen bu destanın yanı sıra; Yaradılış ve Tufan menkıbeleri gibi Sümer sözlü edebiyat ürünleri Çivi yazısı ile tabletlere aktarılacak etraf uygarlıklara yansıtılmıştır.
Bilim: Sümerler, matematikte ondalık sistemi buldular.
Geometrinin ilk esaslarını belirlediler.
Tapınakların nihai katını bir tür gözlemevi durumuna getirerek astronomi çalışmalarını başlattılar.
Gün, ay, sene gibi kavramları iddia ettiler.
Sanat: Mezopotamya mimarisinin karakteri kazanın coğrafi özellikleriyle yakından alakalıdır.
Az bulunması hasebiyle yapıların yanlızca esasında taş kullanılmış, başka bölümlerde kerpiç ve tuğla gibi yumuşak malzemelere yer verilmiştir.
Bu vaziyet, yapıların şu zamana kadar dayanıklı olarak ulaşmasını engellemiştir.
Mimarinin en süregelen yapıtları ziggurat olarak bilinen yedi katlı tapınaklardır.
En devasa eserlerse Akadlar saatinde dikilen Zafer Anıtı ile Babil sanatının sembolü durumuna gelen meşhur Babil Kulesi'dir.
Babillerin bayındırlığa ve tarıma verdikleri önemin bir neticesi olan Asma Bahçeleri de Mezopotamya sanat anlayışını sergileyen ehemmiyetli bir belgedir.

Mimariden farklı heykel, fotoğraf, kabartıcı ve bibloculuk gibi sanatlar da gelişmiştir.
Sanatın bütün dallarında en fazla sarfedilen esas malzeme topraktır.
Din: Sümerlerin ilk dönemlerinde görülen öteki dünya inanışı ardından kaybolmuştur.
Mutluluk dünyada ve dünyanın zenginliğinde aranmıştır.
Mezopotamya kişiyi almadan vermeye karşı çıkmıştır.
Tanrılara yakarışlarında dahi bu kanaat egemendir.
İnanca bağlı olarak ölülerine ve mezarlara çok ehemmiyet verilmemiştir.
Gök, yer, yeraltı ve okyanus tanrılarına inanılmıştır.
Göğün katlarının miktarını yedi olarak düşündüklerinden tapınaklarını yedi katlı inşa etmişler, bir haftayı yedi gün olarak düzenlemişlerdir.
Astronomi çalışmalarının başlaması da Güneş, Ay ve yıldızları başka bir deyişle gök tanrıları seyretme düşüncesinin bir sonucudur.
Sümerlerde her kent, ayrı bir ilâh yerine kurulduğundan başka şehirlerin egemenliğine karşı çıkılmış, bu vaziyet merkezi birliğin sağlanmasını fazla zaman engellemiştir.

Mısır Medeniyeti

Mısır, bir Afrika ülkesidir.
Ancak konumu ve sosyo - ekonomik ilişkilerine bakıldığında hem geçmişte hatta son zamanlarda bir Önasya ülkesi görünümündedir.

Mısır uygarlığının oluşumu, Önasya uygarlıklarından değişik biçimde ilerlemiş, ülkede tamamiyle orjinal bir muasırlık heyetmiştir.
Bunun sebebi Mısır'ın çevresinin çöl ve denizlerle kaplı olması ve medeniyetin oluştuğu sıralarda ulaşım olanaklarının de gelişmemiş olmasıdır.

Özgün Mısır uygarlığı idare anlayışı, din ve yazı da Mezopotamya ve Anadolu uygarlıklarından ayrılır.

Yönetimde; Firavun olarak bilinen krallar, bu arada tanrılık iddiasında bulunmuşlar, bu vaziyet mutlakiyeti koyulaştırmıştır.

Dinde öteki dünya inanışı bulunmaktadır.
Hayatın ölümünden ardından da devam yapabilmesi cesedin çürüyüp dağılmaması şartına bağlanmıştır.
Bu nedenle cesetler mumyalanmış, inşa edilen geniş, rahat mezarlara defnedilmiştir.
Piramit olarak bilinen Firavun mezarları, Mısır sanatının en muhteşem yapıtlarıdır.

Sümer çivi yazısını almayan Mısırlılar, Hiyeroglif adı verilen fotoğraf yazısını kullanmışlardır.
Eğitim, tapınaklarda rahiplerin kontrolünde sürdürülmüştür.
Mısır Krallığı'nın politik varlığına M.Ö.
IV.
yüzyılda devasa bir imparatorluk kuran Makedonya kralı Devasa İskender nihai vermiştir.

İran Medeniyeti

İran'daki ilk politik varlık Med Krallığı'dır.
Med Krallığı'na nihai veren, sonrasında Anadolu ve Mısır'a doğru genişleyen Persler devasa bir imparatorluk durumuna gelmişlerdir.
Perslerin Anadolu'da ilerleyişi Devasa İskender'in Asya Seferi'ne çıkmasına sebep meydana gelmiştir.

İran kültüründe Zerdüşt İnancı'nın ehemmiyetli yeri bulunmaktadır.
Tanrılara ulaşmak için ateşin tapınma emeli olarak kullanıldığı bu dini benimseyen nihai devasa devlet, Ortaçağ'da karar süren ve Hz.
Ömer Dönemi'nde Müslümanların nihai verilen Sasani İmparatorluğu'dur.

İran sanatının en ehemmiyetli yapıtları kral (kisra) saraylarıdır.
Persler saatinde ilk derli toplu posta örgütleri heyetmiştir.

Fenike Medeniyeti

Anayurtları Lübnan dolayları olan Fenikelilerin dünya muasırlığına en ehemmiyetli katkısı, harf yazısını başka bir deyişle abeceyi bulmalarıdır.
Mısır ve Mezopotamya yazılarından esinlenen ve sesli harfler ek ederek Latin Alfabesi'nin esasını atanlar onlardır.

Doğu Akdenizde koloni emelli ilk kolonilerin kurucuları Fenikelilerdir.
Gemicilik, deniz ticareti, fildişi işlemeciliği, cam üretimi onların esas uğraşlarıdır.
İbrani Medeniyeti
İbraniler, Filistin dolaylarında yaşamışlardır.
Hz.
Musa saatinde Mısır'a göç etmek mecburiyetinde kalmışlardır.
Hz.
Davud saatinde ilk İbrani krallığı heyetmiş, bu kraliyet en varlıklı ve en kuvvetli dönemini Hz.
Süleyman saatinde yaşamıştır.

Aşırı ırkçı bir toplum olan İbraniler, semavi dinlerden Museviliğe inanmışlar, fakat bu dini Ulusal bir din olarak gördüklerinden başka toplumlara yaymaya çalışmamışlardır.
Müslümanlarca da mukaddes kabul edilen Mescid-i Aksa'yı İbraniler inşa etmiştir.

Çin Medeniyeti

Çok uzun bir geçmişe bulunduran Çin'de Yontma Taş Devri'nden ardından insanın izlerine rastlanır.
Çin Medeniyeti, dışarıdan gelen komşu kavimlerin tesiriyle gelişmiştir.
M.Ö.
II.
Bin'de yazılı yaşama geçilmiş, bölgeyi istila emeliyle gelenler kalabalık nüfus vasıtası ile basitçe eritilmiştir.
Bu nedenle ardından Çin'e giren Metehan kalıcı olmayı düşünmemiş, vergiye başlamış geri dönmüştür.

Sanat: Mimaride saray, mabet ve kent surlarının ehemmiyetli bir yeri bulunmaktadır.
En devasa mimari yapıt, Hun akınlarına karşı inşa edilen Çin Seddi'dir.
Heykeltıraşlığın en güzel yapıtları Buda heykelleridir.
Çinicilik, fotoğraf, minyatür, müzik, edebiyat, dokumacılık, kağıt yapımı ilerleyen esas güzel sanatlar ve el sanatlarıdır.
Dünya'nın en güzel porselenleri de Çinlilerin eseridir.

Yazı: Tasarlanmış fotoğraf yazısı kullanılmaktadır.
Mısırlıların kullandığı Papirüs adına ipek kağıdı buluş etmişlerdir.
Çin yazılı kaynakları Türk Tarihi'nin aydınlanmasına yardım eden ehemmiyetli unsurlardan bir tanesidir.
Yazının ve kağıt imalatının gelişmesine bağlı olarak mürekkep de yapan Çinliler, matbaanın ilk şekli olan baskı yöntemi ile ilgili öncüdürler.
Din: Başlangıçta her ilkel toplum gibi defa tanrılı kolay dinlere inanan Çinliler, ardından Türklerden Gök Ilâh dinini öğrendiler.
Hindistan'da meydana çıkan Buda Dini en fazla Çin'de taraftar buldu.
Konfüçyüs gibi mistik filozofların görüşleri, ölümlerinden ardından kimi farklılıklarla din durumuna getirildi.
Çin kültüründe bu dinlerin izlerine son zamanlarda dahi rastlanmaktadır.
Buluşlar: Çinliler; ipek, kâğıt, mürekkep ve matbaanın yanında pusula ve barut gibi yöntem buluşlarda da öncüdür.
Ancak; İlkçağ'da Hun akınları Ortaçağ'da da Talas yenilgisi ve Moğol istilası Çinlilerin tesir bir siyasal efor olmasını önlemiştir.
Çin yöntem buluşları evvel Türkler ve Müslümanlar doğrulusunda Haçlı, seferlerinin sonrasında da sıklıkla Avrupalılar doğrulusunda benimsenmiştir.
Çinliler, çoğu bölgede Türklerden etkilenmişlerdir.
Bu tesir en fazla askeri bölgede meydana gelmiştir.
Çin ordusunda atlı birliklerine rastlanması ve askerlerin giydiği Türk usulü kıyafetler bunun kanıtlarıdır.
Türkler ayrıca; derebeylikler tipinde yönetilen Çinlileri Çu Hanedanı kanalıyla merkezi yönetime kavuşturmuşlardır.

Hint Medeniyeti

Büyük bir yarımada olan Hindistan, epey geniş bir ülkedir.
İlk zamanlardan ardından sıklıkla istilaya uğramıştır.
Hindistan'ın yıllardan beri göze çarpan en bariz özelliği, dil ve kültür birliğinin bulunmamasıdır.
Bölgede uygulanan kazılarda meydana çıkarılan en geçmişteki muasırlık, Sint Medeniyeti'dir.
Ele geçirilen eserlerde Mezopotamya uygarlığı ile ehemmiyetli benzerlikler göze çarpar.
Sint Medeniyetini etkileyen başka bir neden da Ortaasya Anav kültürüdür.

Ülkenin genişliği, abuhava, bilhassa de Kast düzeneğinin getirdiği sınıflaşma sosyal bütünlüğü ve kurulan bir devletin fazla zaman egemen olmasını engellemiştir.

Kast Nedir?

Hint halkının mesleklerine göre sınıflara ayrılmasıdır.
Arilerin egemenliklerini daimi kılabilmek emeliyle oluşturdukları bu sistemde meslek değiştirilemez, bir üst sınıfa geçilemez, aynısı sınıftan olmayanlar birbiriyle evlenemez.
Kast'ta bulunan sosyal sınıflar şunlardır:
Brahmanlar (Din adamları): Dini nüfuzlarını kullanarak halkı ezmeye çalışmışlardır.
Kendilerini insanüstü güçleri olarak en üstün sınıf olarak tanıtmışlardır.
Vaysiyalar (Asiller): İkinci ehemmiyetli sınıftır.
Yöneticilik ve askerlikte uğraşmışlardır.

Südralar (Orta sınıf): Toplumun yapımcı olarak nitelendirebileceğimiz tarım, ticaret ve sanatla uğraşan kesimidir.
Köleler: Başka sınıfların hizmetinde gayret gösteren alt tabakadır.
Kasttan atılan ve en kötü şartlarda en ağır işlerde çalışanlara Parya denir.

Din: Hindistan'ın en geçmişteki dini Doğa kuvvetlerine inanılan vedacılıktır.
Bu dinle alakalı esaslar, Hint kültürünün en geçmişteki yapıtları olan vedalarda toplanmıştır.
Din adamları sınıfının nüfuz ve çıkarlarına görev eden Veda dini Brahmanizm isimiyle da anılır.

Vedacılığa ilk reaksiyon, Buda'dan gelmiştir.
Doğruluğu, denkliği ve bilgeliği müdafaa eden Buda, doğuştan gelme asalete karşı çıkmıştır.
Gerçek asaletin malumat ve kültürle kazanılacağını müdafaa etmiştir.
O'na göre olgunlaşan ve kurtuluşa eren insan Nirvana'ya ulaşır.
Hindistan'da çok yayılma kısmı bulamayan Budizm; başta Çin olmak suretiyle Tibet, Japonya, Afganistan, kısmen de Ortaasya'nın kimi yerlerinde taraftar bulmuştur.

6 Kasım 2018 Salı

İlhanlılar Devleti


13. yüzyılın ilk haftalarında Cengiz Han devleti kurarken eyalet sistemi ile yönetmekte olduğu devletinde torunları ve erkek çocuklarını Anadolu, Avrupa ve Afrika kıtalarına topraklarını genişletmek için göndermişti.
Cengiz Han, kurduğu defa başlı düzenek hasebiyle kalıcı olmamış ise de, yaptığı kırım ve saldırılar yüzyıllarca konuşuldu.
İran Moğolları ve Batı Moğolları adlarıyla da hatıralan devlet gerçekte henüz Cengiz Han hayattayken Anadolu’ya ayak basmıştı.
Bu dönemden ardından Anadolu üstüne yoğunlaşan Moğollar, 1243 seneninde Anadolu Selçuklu ordularını devasa bir yenilgiye uğratmıştı.
Cengiz Han sağlıklıyken Harzemşahlar üstüne saldıran Moğol silahlı güçleri İran’ı ele geçirmişti.
Fakat uygulanan bu akınlar Cengiz Han’ın ölümü hasebiyle kalıcı olmamıştı.
Cengiz Han’ın ölümünden ardından geniş topraklarda karar süren imparatorluk parçalanmaya surat tutmuştu.
Saltanat maçı Ögedey, Çağatay, Cuci ve Tuluy erkek çocuklarının arasında kuvvetli çatışmalara sebep olmuştu.
Bu çatışmalar sürerek Mengü, Cuci Han’ın erkek çocuğu Batu’nun desteği sayesinde devletin başına geçmişti.
Mengü Devasa Han olduktan ardından senelerdir Doğu ve Batı istikametinde gönderilen “Yeke Noyan” generalleri sistemini değiştirerek bu görevler için Moğol şehzadelerini görevlendirmiştir.
Mengü Han, kardeşi Kubilay’ı Çin’e gönderirken başka kardeşi Hülagu’yu ise Batı tarafına göndermişti.
Bu idare sistemi asırlardır yaygın Doğu-Batı ve Merkez (Büyük Han) merkezli otorite ayrılığını simgelemektedir. 

Kurultay hükmü ile Batı’ya gönderilen Hülagu, İsmailiyyelileri yenerek Azerbaycan’ı ele geçirdikten ardından hükümdar olan Rükneddin’i öldürdü.
1258 seneninde Bağdat’ı ele yaşamış Hülagu, halife El-Mutasım’ı katlederek Abbasileri ortadan kaldırmıştı.
Hülagu Bağdat’ı ele geçirdikten ardından ilim ve kültür merkezi olan kente sanki bir kıyım uyguladı.
Binlerce insan katledilirken el yazması kitapların fazlası nehre atılmıştı.
İlhanlılar Bağdat’ı ele geçirdikten ardından Suriye ve Filistin’in işgalinden ardından Mısır’a yönelmişlerdir.
Fakat 1260 seneninde Memlükler, İlhanlıları Ayn-ı Calut Muharebesinde yenilgiye uğratınca Suriye ve Filistin’den çekilmek mecburiyetinde kalmışlardır.
Çünkü Memlük silahlı gücünün devasa bir bölümü askerliği meslek edinmiş Kıpçak Türklerinden oluşmaktaydı.
İlhanlılar ikinci yenilgilerini 1277 seneninde Sultan Baybars komutasındaki Memlük silahlı gücü karşısında Elbistan’da almışlardır.
Esasen İlhanlılar Memlükler karşısında aldıkları yenilgilerin haricinde farklı bir yenilgiye uğramamışlardır.
Büyük Han’a bağımlı olan Hülagu Han, İran, Irak ve Kafkasya’yı içerisine alan Anadolu topraklarında bir hakimiyet kısmı yaratarak Devasa Han’a bağlı mananına gelen “İl-han” unvanını almıştır. 

(3) Hesaplaşma
İlhanlılar Devleti Hükümdarları
Hülagu (1258-1265).
Abaka (1262-1282).
Ahmed Tegüdar (1282-1284).
Argun (1284-1291).
Geyhatu (1291-1295).
Baydu (1295).
Mahmud Gazan (1295-1304).
Muhammed Hüdabende (Olcaytu) (1304-1316).
Ebu Said Bahadır (1317-1335).

Hülagu’nun idari ve yönetsel karakteri ele alındığında yeni kurulan İlhanlı Devleti tam anlamıyla çözülebilecektir.
İlk olarak devletin merkezi Tebriz seçilmiştir.
Hoca Nasreddin başta Tusi olmak suretiyle devrin tüm ilim adamlarını çevreninde toplamıştı.
Fakat Hülagu doğrulusunda uygulanan askeri ve idari ilerlemenin önündeki en devasa mani kuzeyde kurulan Moğol devleti Antınordu’dur.
Bu devletle Hülagu saatinde başlayan çatışmalar iki devleti yok olmanın eşiğine getirmiştir.
1294 seneninde Çin’de tespit edilen Moğol hükümdarı Kubilay Han’ın ölümü üstüne İlhanlılar merkezden giderek uzaklaşmıştır.
Bu uzaklaşma defa geçmeden Mahmud Gazan Han saatinde İlhanlıların İslam ile tanışmasını sağlamıştır.
Çünkü Hülagu öldükten ardından adına geride bıraktığımız Abaka, Kubilay’dan onay gelmeden tahta oturmamıştır.
Ayrıca basılan tüm paraların üstünde ilk olarak Kubilay’ın imaresi yer aldığı için İlhanlıların kuruluştan ardından Merkez, Sağ-Sol idare şekli uygulanmaya devam edilmiştir.
İlhanlı Devleti lüzum askeri lüzum idari kararlarından Türk teşkilatı geleneğine makul olarak Karakurum’a olan bağlılığını devam etmiştir.

Cengiz Han doğrulusunda kurulan devlet Türk kültürü ile yakından beslenmiş, devletin sivil kadrolarında Harezm ve Uygur Türklerinden yararlanılmıştır.
Askeri sistemde Moğollar üstün olurken askeri düzenek olarak ise “onlu sistem” kullanılmaktadır.
Ayrıca Cengiz Han’ın müşavir ve erkek çocuklarının hocaları da Türk menşeli olan Uygurlardan seçilmiştir.
Ayrıca İlhanlı Devleti idari ve örgütsel dil olarak Uygur alfabesini kullandıkları için İranlı yetkililer Uygur alfabesini öğrenmek mecburiyetinde kalmışlardır.

Hülagu’nun ölümünden ardından 1265 seneninde dini olarak Budist olan Abaka adına tahta geçmiştir.
Ayrıca hükümdar olan Abaka’nın devletin kuruluşunda da defa devasa katkıları meydana gelmiştir.
Abaka tahtta kaldığı müddet Müslüman olan Altonordu ve onun müttefiki olan Memlüklerle savaşmıştır.
Abaka döneminden akıllarda kalan en ehemmiyetli ilerleme Memlük Sultanı Baybars Anadolu seferi düzenlediğinde İlhanlı ve Memlük silahlı güçleri arasındaki kırım gibi çarpışmalardır.
Abaka 1282 seneninde haaytını kaybettiğinde adına Müslüman olan kardeşi Ahmet Teküdar geçmiştir.
Fakat Ahmed’in hükümdarlığını kabul etmeyen yeğeni Argun amcasına karşı aldığı galibiyet sonucunda tahta oturmuştur.
Fakat Argun’un sonu gelmeyen israf ve harcamalarını karşılamak için Musevi olan veziri Sa’dü-d Devle koyduğu yeni vergilerle halkı iyiden iyiye hükümdara düşman etmiştir.
1292 seneninde ise Argun yaşamını kaybedince devlet erkanı ve hatunların toplanmasıyla yapılan Kurultay’da Geyhatu hükümdar seçilmiştir.
Hükümdar seçildiğinde Geyhatu, Karamanoğulları ve başkaldırı eden Türkmenlerle savaşmak için Anadolu’daydı.
Fakat Geyhatu’da eğlenmek düşkünlüğü ve israf düşkünlüğü ile devletin çöküşünü devam ettirmiştir.
Geyhatu saatinde veziri olan Ahmet el-Halif doğrulusunda kağıt para basılması fikri ana başlıklara gelmiştir.
İlhanlı Devleti böylelikle Çinlilerden etkilenerek 1294 seneninde kağıt para basmıştır.
Çin dolayı paralar ipekten yapıldığı için zamanla kirlenir ve toplatılıp yıkatılarak halka geri dağıtılırdı.
Geyhatu kağıt paraya geçmişti geçmesine ama sonrasında gelen cevheri para kullanma yasağı ekonomik yaşamı felce uğratmıştır.
Madeni para yasağını getiren Geyhatu, yanlızca 4 ay direnebilmiştir.

Ülkede karışıklıklar sürerken şehzade Baydu, Geyhatuya karşı çıkarak ülkenin hükümdarı meydana gelmiştir.
fakat Baydu’nun hükümdarlığı da uzun sürmedi ve tahtın yeni hakimi Horasan Valisi olan Şehzade Gazan meydana gelmiştir.
1295 seneninde tahta geride bıraktığımız Gazan, veziri vasıtası ile Müslümanlığı benimsedi.
Böylece devletin Moğol dini yapısı değiştirilerek Müslümanlık devlete yayılmıştır.
Gazan Han, devletin bozulan parasal ve askeri düzenini dirayetiyle düzeltmiştir.
Gazan Han, disiplinli yönetimiyle ilk olarak komutanlarına “dirlik” olarak devletin topraklarını vekaletli olarak vermiştir.
Cengiz Han saatinde kurulan posta örgütü Ögeday saatinde tasarlanmış ve Gazan Han saatinde yine yapılandırılmıştır.
Posta istasyonlarına Moğol saatinde “YAM” denmekteydi.
Gazan Han, ziraatı teşvik için su kanalları yaptırmıştır.
Kurulan kanalların çevresine yerleşim yerleri oluşturulurken Anadolu’da baş gösteren Baltu ve Sülemiş isyanları bastırılmıştır.
Gazan, devletin idari ve askeri yapısı kadar ilim ve kültür müesseseleriyle de yakından ilgilenmiş, medrese ve hastaneler inşa ettirmiştir.

1304 seneninde Gazan Han yaşamını kaybedince adına kardeşi Olcaytu geçmiştir.
Olcaytu devletin hakimiyetini ele geçirdiğinde devlet emniyet ve otorite altındaydı.
Bu dönemde de 1316 senesine dek Memlüklerle uygulanan mücadeleler devam etmiştir.
Hatta bu dönemde Memlüklere karşı Fransa ve İngiltere’nin yanında Papa ile ittifak kurulmaya uğraş verilmiştir.
İlhanlı topraklarında şunlar yaşanırken Osmanlı Beyliği Bizans’a soluk aldırmıyordu.
Bu durumum karşısın Bizans İmparatoru Osman Bey’e mukabil Olcatu’yla ittifak kurmak yerine kızı Maria’yı İlhanlılara gelin olarak iletmistir.
1308 seneninde nihai Selçuklu hükümdarı olan П.
Gıyaseddin Mesud’un Kayseri’de yaşamını kaybetmesi üstüne Anadolu beylikler devresi başlamıştır.

1316 seneninde Olcaytu yaşamını kaybedince gerçekte çocuk yaştan olan erkek çocuğu Ebu Said tahta çıkmıştır.
Ebu Said, valisi bulunduğu Horasan’dan çıkarak Atabeği olan Buyruk Mutluluk eşliğinde gelerek tahta çıkmıştır.
Bu dönemde vezir olan Tacettin Ali Şah, ince zekası ile güçleri eline almayı başarmış; Atabeğ Buyruk Sevinç’in ölümünden ardından Moğolların Sulduz boyuna üye olan Buyruk Çoban vefat eden Atabeğ’in konumunu almıştır.
Bu devre Ali Şah ve Buyruk Çoban’ın karşılıklı savaşıyla devam etti.
Sultan Ebu Said ve Çoban’ın arası açılmıştı; zira Çoban Sultan’a karşı sanki vuruş planlamaktaydı.
Fakat Sultan’a karşı gelen Buyruk Çoban, kumandanları doğrulusunda ihanete uğrayarak öldürülmüştür.
Bu iç başkaldırı devam eder iken 1335 seneninde Ebu Said yaşamını kaybetmiştir.

Ebu Said’in ölümünün sonrasında devlet parçalanma sürecine girmiştir.
Merkezi otorite zayıf düşmeye başlayınca her buyruk mevcut topraklarda bağımsız davranmaya başlamıştı.
Bu dönemde devletin iç karışıklıklarının sonrasında Anadolu’dan İran üstüne seferler başlamış; ama bu dönemde Uygur orijinli olan Eretna Beyliği Doğu ve Güneydoğu ilçesinde hakimiyet kurmuştu.
1343 senesine gelindiğinde Eretna Beyliği Sivas ve Erzincan’ı ele geçirdikten ardından bağımsızlığını ilan etmiştir.
gerek iç karışıklıklar lüzum Anadolu Beylikleri ve Memlüklerin kurduğu ittifak neticesi daha çok direnemeyen İlhanlılar, otorite ve hükümdar eksikliği hasebiyle 1336 seneninde yıkılmıştır.
Devlet yıkıldıktan ardından toprakları Anadolu beylikler, Irak ve Azerbaycan Celayirliler ve Çobaniler, Güney İran Muzafferiler arasında bölüştürülmüştür.
Mahmud Gazan Han’a kadar Moğol güveni benimsendiği için İlhanlı topraklarında birden fazla Buda heykeli yapılmıştır.

28 Ekim 2018 Pazar

Tarih Şuuru Ne Demektir?


Tarih bilincinin çıkış noktası, “şimdiki zaman”dır.
Biz tarihi, içerisinde bulunduğumuz andaki şuur düzeyimizle değerlendirmek durumundayız.
Geçmişe giderken, geleceğe uzanırken, hep şimdiki süreyi hareket noktası olarak alırız.
Tarih anlayışı, tarih bilincinin ürünüdür; tarih şuuru de içerisinde hayat sürdüğümüz, başka bir deyişle şimdiki dönemin nesnel gerçekliğinin ürünlerindendir (Tanilli 1984: 33).
Bu yaklaşımdan çıkan basit netice şudur: Tarihsel bakış mecburidir.
Çağdaş ilmi kavrayış, bilhassa insan bilimleri düzeyinde bir olguyu yorumlamak isterken, onu geçmişine götürmeyi, onu gelişim aşamalarına göre anlamayı öngörür.
Bugün için ilmi kanaat, belli bir bölgede veyahut belli bir mevzu etrafında, olayların ölçülebilir ilişkilerini onların tarihsel dönüşüm aşamalarından gittikçe kavramaya gayret gösteren düşüncedir.
Bilinç, herhangi bir parçanın değil, nerdeyse tüm bir evreni kucaklayacak bütünselliğin özümsenmiş, tartışılmış, işlek, üretken bilgisidir.
Bu malumat, tüm bir geçmişe döner, tüm bir geleceğe açılır.
Onu, dural bir biçimde bugünle sınırlamak hatalı gerçekleşir.
Bu bağlamda tarih şuuru, realite şuur, mümkün şuur kavramlarıyla karşılaşırız.

Tarih Bilinci



Tarih şuuru, insanın tarihsel bir varlık olduğunu bilmesiyle, varlığını belirleyen tarihselliğin bilgisine ulaşmış olmasıyla belirgindir.
Tarih şuuru, çağdaş insanın bir özelliğidir.
Çünkü tarihsellik fikrinin en fazla iki surat senelik bir geçmişi bulunmaktadır (Timuçin 2000).
Tarih eğitimi, bir dizi amacı eş zamanlı gerçekleştirir: Zihni eğitir, başkasını manaya ve kendisini onun adına koyma kabiliyetini geliştirir ve zamanımızın en çoğunluklu sorunlarından bir bölümü için defa gereksinme duyulan bir tarihsel perspektif sağlar (Tosh 2005: 30).
Bir ülkenin modern bir vatandaşı olmak için, tarih bilgisine ve tarih bilincine sahip olmak gereklidir.
O vakit üstünde yürüdüğümüz köprünün manası farklılaşacaktır.
Bu anlamın bilincinde olmak, başka bir deyişle tarih bilincini edinmek, bir toplumun kimlik hissinin esas bir unsurudur (Grene 2003).
Bir toplumun yanında da, toplumun alt sistemlerindeki kimlik hissinin gelişmesi fakat tarih bilinciyle olanaklıdır.

7 Ekim 2018 Pazar

Orta Çağ Avrupası'nda feodalite nedir?


Orta Çağ Avrupası'nda feodalite nedir?


Feodal düzenek, toprak malikliği üstüne dayanan bir idare şekli, bir toplum yapısı ve de bir ekonomik rejimdir.
Asıl imalat aracı toprak olup köylüler, bu toprağı kendisi tasarruflarında bulundurmaktaydılar.
Serfler ise yarı özgür köylüler olup senyöre politik ve adli yönden bağımlıydılar.
Manorlar ise senyör işletmeleri olup bütün şunlar, feodal düzenin çekirdeğini oluşturmaktadırlar.
Sahip olunan topraklar ise fief idi.
Köken olarak Merovenj saatinde yaygınlaşmış olan “beneficium” başka bir deyişle askeri görev karşılığında uygulanan ve geri alınabilen toprak temlikine dayanmaktaydı.
Feodalite, manoryal bir temele sahipti.
Bunun nedenleri de ticarete, pazar ilişkilerine ve para ekonomisine dayanmasıdır.
Manor, gerçekte bir tertip oluşturmuş köydür ve tepesinde manor lordu tecrübe et bir senyör bulunurdu.
Köylüler de elde edilen ürünlerin bir bölümünü senyörlere verirlerdi.
Bu düzenek içinde senyörlerin ilk vazifiyeti, buyruğu altındaki kişilerin geçimlerini sağlamaktı.
Buna örneğin Fransa’da IX. yüzyılın sonundan ardından rençperlere meskûn bir toprak parçasının verilmiş olması gösterilebilir.

Feodal düzenin iki esas öğeyi vardı: Şunlar, toprak ve şahsi ilişkilerdir.
Kişisel ilişkiler, soyluların savunması ilkesine dayanmaktaydı.
Vassal, senyöre hürmet ve sadakat yemini ederdi.
Buna mukabil olarak senyör, vassalını güvenliğini sağlamakla görevliydi.
Ayrıca şahsi ilişkiler bağlamında her ikisi de birbirine karşı sorumluydu.
Lord, vassalı savunacak, adaleti sağlayacak, toprağını işletecek, meseleleri çözecek ve vassalın ölümü halinde mirasın bölüşülmesini sağlayacaktı.
Vassallar ise lorda görev edecek ve vergi ödeyecekti.

Zaten Orta Çağ Avrupa’sının genel toplumsal yapısı içinde dua edenler (oratores) rahipler; savaşanlar (belatores) savaşçılar ve çalışanlar (laboratores) başka bir deyişle köylüler ve de zanaatkârlar yer almaktadır.
Yani bu sınıfsal ayrışmalar, Avrupa’daki feodal düzenin genel çerçevesini çizmekteydi.
Feodalizm, nerdeyse her kısımda değişik şeklinde karşılaştığımız bir kavram olup Orta Çağ’da da bir yerden diğerine derken sunulan bir hastalık virüsü gibi meydana gelmiştir.
Sonradan da kaybolmuştur denilir.
Ancak harbiden kaybolmuş mudur yok ise biçim mi değiştirmiştir? Tartışılır..
Bu nedenle Ortaçağ politik ilişkilerinin açıklanmasında Feodalizm kavramı, yetersiz kalınca onun adına “Lordluk” terimi kullanılmaya başlanmıştır. 

İngiliz feodalizmi İngiliz Orta Çağ devletinin güçlülüğünün sebebi, Fransız feodalizmi ise Fransız Orta Çağ devletinin güçsüzlüğünün sebebi olarak açıklanmıştır.
Fransa, Orta Çağ süresince güçsüz bir merkezi yapıya mevcut için feodalizmi kendisine göre İngiltere ise kuvvetli bir merkezi yapıya mevcut için kendisine göre geliştirmiştir.

30 Eylül 2018 Pazar

Kızılbaş kime denir?


Kızılbaş sözcüğü kızıl başlık takan demek.
Tarihi Uhut savaşına kadar uzanır.
Bazıları bir yanılgı içerisine girip Kızılbaşlığı Alevilik içerisinde bir kol olarak görseler de gerçekte kızılbaşlık Aleviliğin kendisinden farklı birşey değildir.
Kızılbaş kavramı yıllardan beri ve son zamanlarda Alevileri aşağılamak, karalamak ve ufak düşürmek için kullanılmaktadır.
Alevilerin düşmanları Kızılbaşlığı Alevileri ufak düşürmek kasıtıyla kullandıkları oranda Aleviler kızılbaş kavramına sahip çıktılar .
Uhut savaşında Hz. Ali kendini Hz. Peygambere siper ettiği sırada başından yaralanır.
Bu muhabereden ardından Hz. Ali' ye kızılbaş denmiştir. 

Yine Sıffın savaşında Hz. Ali' nin taraftarları başlarına kırmızı başlık takmışlardır.
Alevi devleti olan Safevi silahlı gücünün askerleri de başlarına kızıl başlık takarlardı.
Alevi düşmanları alevi kavramını kullanmazlar, onun adına kızılbaş kavramını kullanırlardı.
Bunu Alevileri aşağılamak emeliyle yaparlardı. 

Aleviler ise Kızılbaşlığı sahiplenip, kendilerini öyle de ifade ederlerdi.
Sonuç olarak bilinmelidir ki; kızılbaşlık Alevi güveni içindeki bir kol ya da tarikat değildir.
kızılbaşlık Alevi düşmanlarının Alevileri aşağılamak kasıtıyla kullandıkları bir terimdir.
Ve Kızılbaşlar tüm Alevilerdir, Kızılbaşlıkta Aleviliktir.

Alevilere sebep Kızılbaş denildiğine değin birçok rivayet bulunmaktadır.
İsmin orijinini Uhud harbinde Kainatın Efendisi Muhammed Mustafa'yı savunurken on altı yerinden yaralanıp başlığı al kanlara bulanan Hz. Ali ile ilgili kullanılmış bir deyim gibi gösterenler yanısıra, Şamanların kızıl bir başlığa bürünerek ayinlerini yönetmelerinden kaynaklı işi İslam evveli dönemlere götürenler bulunmaktadır. 

Bu iki uç görüş arasında Kızılbaş yerine yorum getiren henüz birçok rivayet mevcuttur.
Bu rivayetler bugünkü Aleviliğinin çeşitliliğini ve makasın uçları arasındaki geniş yelpazeyi de işaret etmektedir. 

Yani Kızılbaşlığı Sünni İslam odasına yaklaştırarak namaz kılıp oruç tutan bir Alevilik ile "Ali'siz Alevilik"i savunarak İslam evveli Şamanlıkla bağlantı kurmayı seçenek eden bir Alevilik arasında gidip gelen kültürel bağ. 

Başına kırmızı serpuş dolayan bir Alevi dedesinin "Kızıl-baş"lığı her iki uca da hükmetme iddiasında; heyhat!..

Kızılbaş adı Şah İsmail devrinde yaygınlaşıp resmileşmiş ve tarihsel süreçte bir övünç vesilesi meydana gelmiştir.
İsmail'in babası Şeyh Haydar, Erdebil tekkesi müritlerine on iki dilimli kızıl bir taç giydirip kızıl sarık sarmaya başladığında müritlerini ruhani derecelerine göre tasnif edip aynısı kızıl başlığı sarıklı ya da sarıksız olarak giydirmiştir. 

İsmail bu programlamayı devam ettirmiş, şeyhliğini şahlığa tahvil edince de askerlerine, halifelerine, dai ve nökerlerine aynısı kızıl başlığı giyindirmiştir.
Güçlü bir devlet olup da II. Bayezid ile yaptığı andlaşma gereği askerlerini Anadolu'dan Suriye'ye geçirdiği zaman Anadolu'daki mürit ve muhipleri de kızıl başlık kullanmaya başlamışlar, Yavuz Sultan Selim saatinde de bunu bir kimlik göstergesi saymışlardı.
Anadolu Aleviliğinin "Kızılbaş" ismini kullanması ve diğerlerinin de onları bu isimle anması o senelerde başlayarak, kızıl başlıklar ile beyaz başlıkların muhabereyi olan Çaldıran'dan ardından da yaygınlaşmıştır.

Zaten Türkler arasında kafaya takılan başlıklara izafeten boy ve oymak adları önceden ardından kullanılmaktaydı.
Siyah başlık (papak, kalpak) giydikleri için "Karakalpak" ya da "Karapapak" diye hatıralan Türk boyu ya da Anadolu'da "Karabörk", "Karabörklü", Kızılbörklü", "Akbaşlı" ve "Akbaşlar" diye adlandırılmış külüstür köyler bunun örneğiydi.
Keza XVI. yüzyılda Özbek askerleri yeşil başlık kullandıkları için "Yeşilbaşlar", Karakoyunlular kara başlık kullandıkları için "Karabaşlar", Osmanlı askeri de beyaz başlık kullandığı için "Akbaşlar" olarak anılabiliyordu.

23 Eylül 2018 Pazar

Tarih Nedir? Tarih Ne Demek?


Geçmişteki insan topluluklarının lüzum kendisi aralarında, lüzum komşularıyla olan siyasal, toplumsal münasebetlerini yer ve vakit göstererek anlatan bir bilim dalıdır.
Bu bakımdan fakat metnin icadına kadar gerileyebilir.
Yazı ise bundan 6.000 sene kadar evvel buluş edilmiştir.
Tarih, çoğu farklı bilim dallarıyla de alakalıdır. 
tarih nedir


Tarih ve Alakalı Olduğu Bilim Dalları


İnsanların hayat sürdürdükleri yerleri, abuhava şartlarını belirten «coğrafya», eski uygarlıkları anlatan «arkeoloji», insan ırkları arasındaki akrabalıkları açıklanan «antropoloji» bunların başlıcalarıdır.
Yazının icadından evvelki devirlerde de insan topluluklarının var olduklarını ve ehemmiyetli roller oynadıklarını uygulanan kazılarda elde ettikleri kalıntılardan kavramak olasıdır.
Fakat şunlar yazılı belgeler bulunmadığı için, bu döneme «Tarih Öncesi Çağlar» adı verilir.
İnsan, başlangıçta hayvanlardan farksız, vahşi ve ilkel bir yaşam sürmüş, ardından zekasını kullanarak bazı vasıtalar ortaya getirmiş ve hayvanlardan değişik bir yaşama kavuşmuştur.
Önce taştan yararlanmış, ardından taşı yontarak arzuladığı biçime sokmuş, ateşi öğrendikten ardından da bundan yararlanmanın yollarını aramıştır.
Tekerleğin buluşu, hayvanların evcilleştirilmesi, manivelâ, muasırlık yolunda insanın en devasa yardımcıları meydana gelmiştir.
Nihayet madenlerin bulunuşu, evvel bakırdan, ardından tunçtan, ardından da demirden yararlanma imkanını yaratmıştır.

Bu sıralarda metnin da buluşu ile Tarih Evveli devirler sona ermiştir.
İnsanın takvimi programa başlamasından ardından, tarih olaylarını belirleme henüz da kolaylaşmıştır.
Tarih devirleri metnin icadından başlar, zamanımıza kadar gelir.
Bu dönem de ayrı olarak dört kısma ayrılmıştır:
İlkçağ: Metnin Buluşu ile başlar, M.S.
476'da Batı Roma'nın yıkılması ile nihai bulur.
Önemli uygarlıkların kurulduğu, devasa mesafelerin kaydedildiği bir devredir.

Ortaçağ: M.S.
476'da başlar, 1453te İstanbul'u Türker’in fethiyle sona erer.
Ortaçağ'ın sonu olarak 14?2'de Amerika’nın keşfini kabul edenler de bulunmaktadır.
Yeniçağ: 1453'ten 1789 Fransa İhtilali'ne kadar devam eder.
Yakınçağ: 1789'dan zamanımıza kadar geride bıraktığımız devredir.
Bundan ardından İkinci Dünya Savaşında atom bombasının bulunmasının da bir farklı dönem olarak kabul edilmesi olasıdır.
Tarih biliminin muhtelif kolları da bulunmaktadır.
Bunların başlıcaları, «Siyasi Tarih», «Sanat Tarihi» ve «Edebiyat Tarihi» dir.

Tarih nedir? (Felsefe)



Genel olarak, doğanın ve toplumun ilerleme süreci.
Daha dar bir manada detaylılığı ve bütünlüğü içerisinde, insan faaliyetinin neticesi olarak gerçekleşen genel yasal düzenliliklere makul toplumsal ilerleme süreci.
Tarih kavramı, ayrı olarak tarih bitimi manasında tüketilir.
Tarih ile ilgili ilmi kuram, bundan dolayı tarih biliminin genel kuramsal ve yöntemsel desteği, tarihsel maddeciliktir.

Toplum tarihi, tabiat tarihinden değişik olarak, kişiler doğrulusunda yapılır; dünya, yüksek, ulu güçlerin, bir tanrısal yönetici gücün, veyahut bir salt ide’ nin beden icat biçiminin bir ürünü değildir.
Tarih, etkinlik içindeki insandan ayrı tutulup kendisi başına ele alınamaz: «Tarih, hiç bişi yapmaz.
Bütün bunları yapmış, bulunduran ve savaşım veren insan’ dır, realite, yaşam sürdüren insandır; kişileri, kendisi emellerini yapmak için kullanan tarih değildir; o ve bunun neticeninde toplumsal ilişkilerinin yükselmesi değerinde, insanlığın tarihi olan tarih doğar.»(Marks).
İnsanların parasal etkinliği, toplumsal pratiği, hem imalat güçleri ve imalat ilişkileri doğrulusunda, hatta bunlardan mecburen çıkan ve tesir yapmış yasal düzenliliklere makul bağlanıldıklar doğrulusunda saptanmıştır.
Bu nedenle insaniyet tarihi, kişiler doğrulusunda meydana konduğu durumda, yasal düzenliliklere makul bir süreçtir.

Toplum, her vakit «tarihsel gelişmenin belli bir basamağındaki bir toplum, kendisine has, farklı mizaçlı bir toplum olarak»(Marks), imalat güçleri ve imalat ilişkileriyle, toplumsal sınıflara ve katmanlara bölünmeleriyle ve üstyapının kanaat ve kurumlarıyla, belirli bir sosyo-ekonomik tesis olarak var gerçekleşir.
En genel ifadeyle dile getirecek olursak, insaniyet tarihi, bir sosyo-ekonomik kuruluşun genel yasal düzenliliklere makul olarak doğması, gelişmesi ve henüz yüksek düzeydeki bir sosyo-ekonomik tesis doğrulusunda ortadan kaldırılmasıdır.
İnsanlığın tarihsel gelişmesinin, çevresel ve zamansal farklar ne olursa olsun, ilkel toplumun, köleci toplum un feodalizmin kapitalizmin ve sosyalist toplum ve komünist toplum’ un mecburî, genel yasal düzenliliklere makul sırasını izlemiş olması ve izleyeceği olgusunda, dünya tarihinin bütünlüğü dile gelir.

Bu bütünlük içindeki tarih süreci, şekil ve muhteva itibariyle, daima sahip olunan somut-tarihsel koşullarca tespit edilen bir çeşitlilik gösterir.
Tarihin genel yasal düzenliliklere makul akışının bütünlüğü, «temel koşullar itibariyle aynısı olan ekonomik temelin, defa muhtelif ampirik durumların, tabiat koşullarının, ırk ilişkilerinin, dıştan tesir yapmış tarihsel nedenlerin vb. nedeniyle, görünüşte ebedi farklılıklar ve ayırımlar göstermesini engellemez.»(Marks).

İnsanlık tarihinin, sosyo-ekonomik kuruluşların birbirlerini genel yasal düzenliliklere makul şeklinde izlemiş olmalarıyla belirlenmiş olması, her halkın ille de her sosyo-ekonomik tesis adımını yaşamasının mecburî bulunduğu mananına gelmez.
Birçok halk, henüz köleci toplum evresinde, henüz doğrusu bu aşamayla beraber batıp gitmişler, kimileri ilk defa feodalizm evresinde meydana çıkmışlar, yine kimileri, belirli koşullar hasebiyle, belirli sosyo-ekonomik tesis aşamalarını atlamışlardır.
Günümüzde de kimi geri kalmış halkların sosyalizm yolunda çok sayıda sosyo-ekonomik kuruluşu atlama imkanı bile bulunmaktadır.

Uzlaşmaz çelişkiler barındıran sınıflı sosyo-ekonomik kuruluşlarda, bu toplum yapısının mecburî bir neticesi olan sınıf savaşımı, tarihin esas antipatik gücüdür ve köhneleşmiş, çağını doldurmuş bir sosyo-ekonomik kuruluşun adına yenisinin geçmesi, toplumsal devrim’ le olur; bu manada «devrimler tarihin lokomotifidirler» (Marks).
Kapitalizmin bağrında, imalat araçları üzerindeki kalifiye mülkiyete, insanın insan doğrulusunda sömürülmesine ve toplumların sınıflara bölünmüşlüğüne nihai verecek koşullar gelişip olgunlaştığı için, kapitalist toplum, uzlaşmaz çelişkiler barındıran sınıflı sosyo-ekonomik kuruluşların sonuncusudur.

Kapitalizmin meydana koyduğu dev imalat güçleri, kapitalist toplumsal ilişkilerle ve kapitalist toplumun bütün yapısıyla, giderek yoğunlaşan ve toplumun her yanını saran çatışmalara sürüklenirler; nihayet komünist sosyoekonomik kuruluşa geçmek mecburî duruma gelir.
Bu tarihsel zorunluğun adına kazanççısı, bütün emekçilerle dayanışma kurarak, Marksçı-Leninci partinin liderliğinde sosyalist devrimi sağlayan ve siyasi iktidarını kurarak, bu yeni iktidar vasıtası ile komünist sosyo-ekonomik kuruluşun ilk adımı olan sosyalist toplumu inşa eden işçi sınıfı’ dır.
Kapitalizmden sosyalizme dünya genelinde geçiş hareketi, insaniyet tarihinin içerisinde hayat sürdüğümüz döneminin bariz özelliğidir; kapitalist sosyo-ekonomik tesis geride bırakılarak, komünist sosyo-ekonomik kuruluşa geçişle beraber, «insan tohumunun tarih-öncesi devresi de nihai bulmuş olur» (Marks).

Bundan ardından başlayan, insanlığın realite tarihinin bariz özelliği, yoksulluktan, sömürüden ve baskıdan kurtulmuş insanların, kendisi toplumsal gelişmelerini, bilgisi edinilmiş yasal düzenliliklere dayanıp, bilinçlide tasarılı olarak biçimlendirmelerinde dile gelir.
Amaç, ferdin her yanıyla gelişmesi için henüz iyi koşullar sağlayarak, insanın bütün yeteneklerinin, becerilerinin ve yetilerinin her bakımdan eğitilmesini ve işlemesini imkanlı kılarak, denk ve özgür şahıslardan heyetmiş bir küme içerisinde her ferdin noksansız yetiştirilmesidir.
«Böylelikle, insan ilk defa, belli bir manada nihayet hayvanlar aleminden ayrılır, hayvansal hayat koşullarından realite insani hayat koşullarına geçer.

İnsanları çevreleyen egemen olunur. Ancak artık, kişiler kendisi tarihlerini tam bir bilinçle kendileri gerçekleştirecek, fakat artık, onlar doğrulusunda harekete geçirilen toplumsal nedenler, onların istedikleri neticeleri da, çoğunlukla ve giderek çoğalan ölçüde meydana koyacaklardır.
Bu, insanların zorunluklar dünyasından, özgürlükler dünyasına sıçramasıdır.» (Engels) Komünist sosyo-ekonomik kuruluşun gerçekleşmesi, insaniyet tarihinin sona ermesi mananına gelmez; Engels’ in de dediği gibi, toplumun günümüz eksikliklerinden arındığı bir seviyede dahi, malumat gibi tarih de nihai noktasını bulmuş olmaz.

Komünist toplum, ilk defa «üretim güçlerinin özgür, engelsiz, ileriye dönük ve üniversal gelişmesini» (Marks), insanın ve onun yaratıcı faaliyetinin hudutsuz gelişmesini sağlayacak koşullan yaratır.